ŞİİRLERİ 2
LEYLİM HALAYI


Bu ne güzel kürt kızı
    ha leylim bu ne güzel kürt kızı
Yanakları kırmızı
    ay aman yanakları kirazlardan kırmızı
Sakınmadan uçurumdan geçerim
    kavuşması yolum olsun
    sakınmadan uçurumdan geçerim
Taşta bitsin incitmeden biçerim
    sarmaşıklı ay bakışlı bu kızı
    taşta bitsin incitmeden biçerim

Oy gelin
Dudakların menevişli yanağında gül benin
Bir sarımlık soluyayım dur gelin
Oy gelin
Oylum oylum düşlerimi oyalayan toy gelin
Koynumdaki çırayı yaylım yaylım tutuşturan tay gelin

Bu ne güzel kürt kızı
    yâr aman bu ne güzel kürt kızı
Bakışları yüreğimin sızısı
    kuş sürüsü bakışları yüreğimin sızısı
Kanatlanıp doruklarda uçarım
    kavuşması yönüm olsun
    kanatlanıp doruklarda uçarım
Çölde kalsam sele dönüp geçerim
    yuymak için duymak için bu kızı
    çölde kalsam sele dönüp geçerim

Oy anam
    derdim var dertten iri
Ay aman yüzü nar nazı yaman
    bu gelin kimin yâri

SONUÇTA ACIDIR YÖNETEN AŞKI


Sevinci arıyor ve
buldukça
yavrusuyla suya inmiş suna gibi coşuyorsa da
sevdadan sevdaya koşarken insan
sonuçta acıdır yöneten aşkı...

Gök ve toprak arasındaki boşluğun
gizemli sesini topluyor düşlerimize
içimizdeki mıknatıslar
istesek de unutamadığımız kimi anılar
ya da bir türlü ulaşılmayan arzularımız
onların tığlarıyla örüyor ömrümüzü;
aynı yürekte aynı gece
tutkunun ve nefretin anlık çırpınışları
cesaret ve korkunun izinde oynaşıyor
erinç ya da keder
aynı yürekte aynı gece
dönüşsüz hızıyla yarışıyor zamanın;
kınsız, duraksız geçiyor dakikalar
gün bekletmeden doğuyor;
nazlanan kendini nazıyla oyalarken
öpülenin, koçulanın hazzıyla pırıltılı
alarıp, tanyerinde şavkıyor ışık;
sevinç duyulduğunca harlı
acı solunduğunca azgın
ve aşk - ki tanrısı da, kulu da insan -
ateşten ve dumandan yavruluyor onları;
ilk öpüşün tadından kaynayan pınar
sonsuzluk duygusuyla akıyorsa da
sonuçta acıdır yöneten aşkı...

Dağların da bir ruhu var rüzgârın da;
gurur, özgüven ve sadakat
sınıyor kendini yıldızlarla, alnında dorukların;
ister bahar tütsün ömrün telinde, ister güz
kanatları kıpır kıpır esen seher yelleri
durmaksızın uçarı, durmaksızın tutuşkan;
çığlar ya da uçurum, kökler ya da tomurcuk
neyin ruhu çınlarsa çınlasın sinesinde insanın
sonuçta acıdır yöneten aşkı...

Doğuyor ve ölüyoruz
göğün ve toprağın bir toplamı olarak
sonsuzluk sadece düşteki ışıltımız
ve sadece sevdayla varılmış sevinçte balkıyor hayat
duyulan - ki kolları da olsa dallarınca ormanın
yar koynunda bal süzene az gelir - onun yankısı fakat
yarasını yarayla saranda ancak
sesini bulan
söylenmiş söylenecek bütün şarkılarıyla
sonuçta acıdır yöneten aşkı.

İNTİKAM ALIR GİBİ


Candaki tılsımından, kana hız veren nabzın
rüzgarla sağnağın şafaktaki dansından
sudaki pırıltısından alkım sırlı sedefin
kozadaki ipeğin mahzun ışıltısından
damıttığım hıncımla
intikam alır gibi sıyırdım seni
külden, kirden, irinden
insanı soluksuz bırakan karanlığından umutsuzluğun
ihanetin süslenip tutkunun yolunduğu
yozluğun şan diye sunulduğu o caddelerden;
sindikçe sinsi
tozdukça moloz
ininden o kuduz şatafatın
intikam alır gibi sıyırıp seni, kendimin kıldım;
bir de samanyolu, bir de ay
bir de ateşböcekleri vardı benimle
zümrüt
yakut
yakamoz...

Sevincin peteğinde güvelenmiş acının
kinin, küfün, soluşun
uluyan gözdağına boyun büken duruşun
pasın, sisin, sönüşün
coşkuyu sığlaştırıp soysuzlaşan dövüşün
ağından, kovuğundan
intikam alır gibi sıyırıp, saldım seni ufkuma
yudum yudum arıttım;
dalların ilk filizlerini okşayan körpe bahar güneşi
ışıktan tülüyle gizli gizli koruyordu kalbimi
toprağın ilk ılıman buğusunda çiçeklenen fulyalar
ikiziydi ağzımda yanan ıslaklığın;
bir de uğurböcekleri, bir de kumrular
bir de meltem vardı benimle
ıtır
reyhan
nektar...

Üzüm taneleri bırakıp dudaklarına
intikam alır gibi bağrımdaki yaradan
ısırıp ısırıp, tadıyla oyalandım kıvranışının;
ne sevinç evcildi o an
ne tenimiz mahrem, bölüşmesiz;
bir de turna sürüleri, bir de sülünler
bir de yıldız kaymaları vardı benimle
yanardağlar
çıralar
çakmaktaşları...

intikam alır gibi kaderimden
böyle dövmeseydi eğer
öfkemi nabzım
ne hayat canımda özünce balkır
ne aşk huyunca çınlatırdı benzimi;
dağ deli
dal divane
özlemim zehrim olur
ufalanıp, sulara dağılmış mercan gibi
süzülür, dökerdi inceliğini içimdeki gelincik...

Sessiz, sevimsiz, teslim olmuş ne varsa
intikam alır gibi tek tek her birinden
döv nabzım, haz ile avaz ile, döv ki bağrımı böyle
olur da pusuya düşersem bir gün,
kuşlanıp, düşlenip yol bulur kalbim.

YENİLGİ


Ah susuşu o saf yüreğin
ah, acısı acemi çocukluğun
düş kırıklığı, coşkudaki bozgun

Ah yenilginin yorgun kısrağı
kendi içini kavuran kızgın ateş
bekleyişe bağlanan umut, tasası haykırışın

Ah, ardı ardına kenetlenen ölüm
ah, hıncı sabırla bezeyen sır
yazmadaki sırması ağlayışın, tırnaklara oturan kan

Sanki delirmenin eşiğindeyim
boş bomboş gözlerine gömülmüşüm bir köpeğin
mısırların süt taneleri, kestanelerin
bademlerin daha olgunlaşmamış
suyla susuzluk arası kayganlığında
aranıp duruyorum kendimi

Ey yangınlarda patlamaya hazırlanan merak
ey içimi ekşi sularla çalkalayan baş dönmesi
ıssız ıpıssız boşluğu aysız gecenin
ölümle yaşamak arasındaki şerit
naneler, kekikler, ebegümeçleri
ve şifalı bulutu kaynar kükürt deresinin
çekiyor altımdan nemli döşeğimi

Ah, yürekleri toprağa saplanan arkadaşlarım
ah, oğlakların, tayların, buzağıların
acı otlarla kararan damakları
akşamları barut kokusuyla dönsem de odama,
sancısı: çaresiz seyrettiğim ölümün

Ah, bir kere daha kederliyim
ah, çılgın bir aşkın kollarında incelen bıçak
seni öperek bilemeliyim

BİR AŞK ÖNCESİNİN SIZISI


Ah yine mi gönlümde benim
kuş uçar yana yana
su akar döne döne?

Filizlerin yaralısı aşkların
sır-sınır tanımayan düşleri
yine mi sarmış teni
asmalarda sürgünlerin belalısı işlere?

Gizleyemem:
bir yanım duruşundan sığırcık
bir yanım bakışından tomurcuk...

Bilemedim nasıl oldu:
kayıp gitmiş yüreğimin yarısı
ardı sıra çiçeğine goncalandı büyüsü...

Dahası var:
talan olur, yalan olur
yeşermeden yolan olur diye diye
ötesini- berisini soramadım kimselere düşümün
yazılarım- sızılarım saklı kaldı içimde;
bir kez olsun duruşunu saramadan ölür isem
suç benim!

"Boşver!" dedim:
eli- günü düşünecek an değil
yaralanan benim canım kime ne;
dudağımda kıvılcımın irisi...

Korktuğum şu:
ürkütürsem kavuşamam, ayışığı kirpikleri incinir;
gücenirse barışamam, bu dert beni bitirir...

Kısacası:
yoncalara oyalanmış gözlerinde
usul usul uçuşan kelebeksi o gülüş
saçlarında esin kuşun yavrusuna
yuva yuva kıvırcık
sesler beni köşe- bucak huyuna...

Neyleyim ki:
şu ömrümde doyamadı hasretlerin sürüsü
gide- gele yol üstünde kanarım;
ne gurbette ne sılada duruldum
ona yanarım.

ÖZLEMİN KADAR


Toprağın iştahıyla dallardan
kuruyan yaprakları topluyor rüzgar
üşüyen çocukların teniyle kelebekler
sindi solgun çiçeklerin dibine
göğün karaşın kıvılcımları kırlangıçlar
tel tel sıyrılıp bulutlardan
göçtü uzaklara
yaz bitti...

Nasıl isterdim, ah yazgımı değiştirmek
öpüşür gibi sessizlikle
su içen bir ceylanın
halka halka dudaklarından
çakılların, yosunların köpükteki nazına doğru
başıboş
akıp gitmek bir derede...

Zift ve kemik arasında sıkışıp
ezilmiş filizin uğultusuyla
taşıdığım ruhumdan utanarak
otları dinliyorum
ne başka sızım olsaydı keşke
ne başka sözüm artık
kaçsam, kaçıp gitsem buralardan
kederi beni daha fazla boğmadan
uzağında bulandığım kırların...

Koynumda özleyişin kusursuz ürpertisi
güvercinlerim
ve ömrüm sıra huylarıma dolaşan
çocukluk günlerimdeki telaş
ah, sadece şiirle yaşasaydım
giziyle düşteki ışıltının
dallara kuşlar ve sincaplar kadar yakın
gülüşleri dolunnay
öpüşleri sarmaşık
güzelimi her sabah
salkım salkım leylaklar
yağmur ve gonca kokusuyla anarak...

En yüce yaratıktı oysa
ateşi ve sevdayı bulurken insan
yazık ki artık
bir kelebeğin titreyişleri kadar olsun
sahici gelmiyor bana
sorsalar, söyleyemem yeniden
hangi şehrin renkleri gökyüzünün dengidir
ya da yolununca gönlündeki sümbülü
küskün öten bülbülün
derdini kim üleşir;
çölden kopan rüzgar bile
ufkunu böylesine onulmaz
böylesine arsızca ağılayan insandan
daha kumsuz daha nar...

Çaresiz dinecek bu çile bir gün
tırnak ve nasır gibi ruhumda katılaşan
bereketsiz bu kalabalıktan
soluyup alacak beni duldasına doruklar
durulaya kurulaya büyütmek için
yeni doğmuş kuzuların sesiyle
toprağını kayalardan emziren hızıyla yaylaların...

Güzelim, serçeler mi taşıdı sana
bahçelerden, çimen çimen
karadut oyası zülüflerini
çiğdem tüten gamzeleri omuzlarına
kırdan mı sardın
yad ellerden esen yelde sevdalın mı var?

Unutma: hiçbir şey yakışmıyor kalbime özlemin kadar.

YİNE DE GÜLÜMSEYEREK


Ne sağnaklar görmüşüz, yarılan gökyüzünden alnımız
                        yıldırımlarla ağmış,
ne rüzgarlar çınlamış bağrımızda, coşkusundan kırılmış
                        kaburgamız,
dişlenip kayaları ne ateşler yakmışız, aşmışız ne zifir
                        uçurumlar,
yine de ürkütmeden öpmüşüz bir ceylanı gözlerinin
                        yaşından
incitmeden tutmuşuz ağzımızda yorulan kelebeği;
şimdi asmalardan korukların tadı silinmiş, sesimizde sendeleyen bir keder,
uykusuzluk serin serin sızıyor acıyan tenimizden;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzde aşkın yeri çok derin.
Ne azgın canavarlar üstüne yürümüşüz bir demet
                        çiçek için,
neyimiz var neyimiz yok vermişiz bir narin dilek için,
yıllarını taş duvara örmüşüz ömrümüzün bir hırçın
                        yürek için;
şimdi çevremizde yosunlaşmış sessizlik,
yabanıyız gittiğimiz her şehrin, çiğdemsiz, kükremesiz,
kimsecikler sezmiyor boynumuzdan didişen örümceğin
                        zehrini;
ziyanı yok, nasıl olsa nabzımızda durulanır yaşamanın
                        iksiri.
Ne güzel sevmişiz, ağzımızda mavi bir tat kekremiş,
ne sızılar sarmışız yumuşacık öpüşlerin çığlığını kuşanıp,
şafaklar tutuşkunu şarkılar yuvalanıp ne mintanlar yırtmışız,
şimdi usulcacık ürpersek kara gece uykumuz kaçacak
                        kadar delik
üstümüz çimensiz tepeler gibi bereketsiz, örtüsüz, serin;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün çayırları ipekten,
                        bakışımız lekesiz.
Ne masalar düzmüşüz kıvrımları gümüş, kakmaları sedeften,
ne milyonlar yanından başeğmeden geçmişiz, huyumuz
                        değişmemiş,
hayatımız günbegün çarpışarak yaşanılan sırların ürünüdür;
şimdi kar altında avcumuz, avurdumuz ilaçsız,
ıssızlaşmış sabahlar, yoksunluk arsızlaşmış,
kaçışır yolumuzdan gölgesini de alıp o şaklabanlar
                        inildesek açlıktan;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün dağı taşı altından.
Ne devlerle dalaşmış kanımızı göstermeden silmişiz.
ne kudurgan günlerde elimizi dost eline titremeden vermişiz,
bir ömür seğirtmişiz bir nefes beklemeden;
şimdi nice anışların dudağı üşüyen bir çocuk kadar uçuk,
nicesi elsıkışların sahtekar çıkmış. - Bizi eşkıya soymamış abi
                        muhabbet yıkmış!

SUDA YİTEN AYIŞIĞI


Kırk sevginin baygınıyım - belki de yüzkırk -
yine de yalnızlık yalazlanır kırık kalbimde

Otların tutuklusu
haylazı ağzım
şimdi tutlusu kara suların.

Her şeye yeniden başlayabilseydim eğer
aşkımı acıyla anmazdım artık.

Ben ki delisiyim suların, oysa bu sular
çöl rüzgarı kadar bulanık.

Akar gibi geçiyorum dünyadan, ısınıp bakınmadan,
sarhoş
sıkılgan
sırılsıklam...

Kırk diyarda kırkbin öpüşün bitkiniyim
dudağında kırkbin kekik tadı kamaşır
yine de kalbim ısırgan mı ısırgan.

Eşini çağlayana kaptırmış balığıyım bu nehrin
aydır, geceden beri dişlenmiş kelebeğin
her sabah ağzımda ölümüyle buluşan

SIĞINAK


Yedeğimde hep bir şiir olmalı
Korusun diye beni,
Sarsın
Solusun diye...

Yedeğimde hep bir şiir olmalı
Dileğimce değiştirebildiğim
Değiştikçe beni de değiştiren
Yüreğimle sindiğim,
Kimsenin bilmediği,
Acısına başka acı
Sevincine başka sevinç değmemiş,
Canım gibi
Yok etmek hakkını kendimde gizlediğim
Ömrümce çılgın, gönlümce engin,
Yeni doğmuş bebeklerin sesiyle
Yankısı ufkuma dokunurcasına yakın
Soluğumda kıvılcım, dudağında gül
Yaşamaya düğümlü,
Goncalar kadar körpe
Dalgalar kadar hırçın
Kavuşmamız olanaksız birine sakladığım,
Mahrem, bağışıksız,
Mazlum bir şiir


Yedeğimde hep bir şiir olmalı;
Çırpındığım geceler
Yetişip yatıştıran
Esinlenip dindiğim,
Duygusu sağılmamış,
Üşüse soluverecek,
Pürüzsüz, bir başına incecik,
Gülüşü gülüşüme denk, andıkça parıldayan
Andıkça parıldadığım,
Kanmayan, kandırmayan;
Öfkesi kirlenmemiş,
Zehri gibi kendi hayatımın
Ayrılık yaralarını sarılır sanmış,
Sürgün, ürkütülmüş,
Üzgün bir şiir.

Yedeğimde hep bir şiir olmalı
Yuvasında ilk kez uçan serçe gibi telaşlı,
Şafakta kuzulamış karaca gibi baygın,
Ulaşınca çılgınlığa kırılan dallarda ömrün
Yanarak uğuldayan
Yanarak uğuldadığım...

Yine daldım da kendi düşüme
Hasretin kanayışı bitermiş sandım...
Beni şiirler bağışlasın

İNSAN Kİ HASRET KADAR


Aşksa:
sağır da olsa dile döner seslenir..
Düşse:
eni sonu suya düşer ıslanır...

Aşktan öte başka hangi tohum yeşerir
hangi dal sürgün verir ezildiği yerinden?

        (... Dolunaydı ...Dağların buğulandığı,
         toprağın yoncalandığı aydı... Öpsem,
         yaralanır sandığım
         çiçekler kadar körpeydi bahar..
         Bir yanım sazınca külhan,
         yağız, civan, atmaca;
         bir yanım nazınca uslu,
         suskun, ıssız, utangaç,
         savrulup savrulup sokaklara
         söylediğim şarkılar
         süsüydü ömrümüzün,
         yitince bulunmaz zenginliğimiz...
         Ne güzel günlerdi ah
         ne güzeldin gençliğim
         gönlümü tarih düşüp
         ömrümce yol gözledim,
         yazık ki sen beklemedin... )

İki derde yenik düştüm ne çare:
biri aşk
biri düşten düşe sızım sızım yüreğim...

Taşa çaldım derdimi,
taş çatladı kıvrım kıvrım kök verdim;
güle sardım kendimi,
gül kurudu derdim azdı yürüdü...

İnsan ki hasreti kadar:
belki bin sevda bin ayrılık
fakat
bir aşk bir intihar
bir ömre ancak sığar.

ŞİMDİ BİZ SEVİŞİYORSAK


Şimdi biz seviyorsak
yakarışlarla sarsılıyordur dünya
ateş ve yutkunuşu
yığarak kalbin billuruna

Şimdi biz seviyorsak
oynaşır buzağılar çayırlarda
elleri terli doğar çocuklar analarından
altında bir dağ gibi durulur gökyüzünün
anlam bulur çılgınlıklar ve ağlayışlar

Şimdi biz seviyorsak
– ki gönlümüzde cömert bir başdönmesi gezinir –
fısıldaşır camlardaki buğu
aşkın gülümseyişi başkalaşır
bulup çıkarır koynundan
yaradılışın kalkanını

İşte dal gibi endamı sevgimizin
gırtlağımızda huysuzlanan acımtırak titreyiş
işte gövdemizi fırlatarak girdiğimiz kavga
adımlarımızdan boşalan korda sarsılan toprak

Şimdi biz seviyorsak
– ki grevlerden
dövüşerek kuşatılan halktan öğrendik bunu –
ayrılığın olduğu kadar kavuşmanın
güvenin ve
verimli gürültünün yazlarını taşırız dünyaya

Çünkü biz sevişiyorsak
çırılçıplak işçileri var demektir sevginin
NİHAT BEHRAM
 






DUYURU PANOMUZ
Kitapları 1998 yılında ’Toplu Yapıtlar’ adıyla yeniden basılmaya başlanan Nihat Behram’ın kitapları arasında ’Darağacında Üç Fidan’(1976 belgesel) , Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit(1976 belgesel anlatı) ’Göğsü Kınalı Serçe’ (1976 çocuk kitabı) , ’Yalın Yürek’ (şiir) , ’Gurbet’ (1988 roman) , ’Kız Ali’ (1991 roman) , ’Yılmaz Güney’le Yasaklı Yıllarımız’ (1994 roman) ’Özlemin Dili Olsa’ (1999 yazılar-söyleşiler-1) , Başkaldırı şiirleri (2001) Miras (roman 2004) Hayatın Şarkısı(1967-2004 toplu şiirleri) Acının ve Umudun Rengi (2005 yazılar söyleşiler-2) YALIN YÜREK BAYRAM GÜMÜŞ (2007 belgesel anlatı) bulunmaktadır son olarak ta kırkıncı sanat yılın kırk şiirle Tanımlar olarak çıkar 2008
•Burayada yazı yaz!...
• yazı yaz
Burayada yazı yaz
Burayada yazı yaz
Burayada yazı yaz


----------------


----------------
Burayada yazı yaz
Burayada yazı yaz
Burayada yazı yaz
----------



 
Bugün 3 ziyaretçi (6 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol